Havalar güzel. 15-16 derece. Eskiden Aralık ayında böyle havayı bulunca yazdan kalma bir gün der kendimizi şakkadanak sokaklara atardık. Ama sanırım artık bu konuda öyle pek de acele etmemize filan gerek kalmadı çünkü artık hemen her gün zaten yazdan kalma bir gün. Çünkü, artık kış yok.
“Küresel ısınma varsa ben neden hissedemiyorum” diyen Donald Trump’a karşın 2020, dünya tarihinin kayıtlara geçmiş en sıcak yılı olmaya maalesef ki çoktan aday. Biz Türkiye olarak şimdiye dek bu değişimin yıkıcı sonuçlarıyla doğrudan karşılaşmadığımız için belki bu mevzu üzerine de fazla düşünmüyor, hatta pandemi sebebiyle yazlıklarımızdan şehre bile dönmeyerek bu bitmeyen yaz aylarının bir nevi keyfini çıkartıyoruz. Yalnız, yazlıkçılarımız Ayvalık semalarında pandemi tatilindeyken, hemen biraz ötedeki kumsallardan botlara atlayarak Akdenize doğru açılan mültecilerin de sayısı her geçen gün artıyor. Tıpkı ülkemiz genelinde son yıllarda sayıları 4 milyona yaklaşan ve çatışmalardan kaçan Suriyeli göçmenler gibi. Peki, uzayan yazlar, küresel ısınma, mülteci problemi ve çıkan çatışmalar arasında acaba nasıl bir bağlantı var?
Birleşmiş Milletler’in Çölleşmeyle Mücadele Kongresine başkanlık eden Monique Barbut, gazeteci Thomas Friedman’a verdiği röportajda, mülteci teknelerini dolduran Afrikalılara dikkat çekiyor. Barbut, savaşlardan kaçanların doldurduğunu zannettiğimiz o teknelerin aslında %70’inin Afikra’daki kuraklıktan kaçan mülteciler olduğuna vurgu yapıyor. Nijer, Nijerya, Senegal, Gambiya ve Eritre gibi ülkelerden gelen gençler, çölleşme sebebiyle ülkelerini terk etmeye mecbur kalıyorlar. Buralarda kış neredeyse tamamen bitti dostlar. Akşamları bile hava 40 derece civarında seyrediyor. Ve toprak adeta tozlaştı; artık yaşamıyor. Ekip biçecek toprağı kalmayan vatandaşlar ise çareyi önce şehirlere göç etmekte görüyor ama bunca kalabalığı kaldıramayan şehir ekonomisinde de bu kez işsizlik büsbütün tırmanıyor. Ve ilginçtir, işsizlik oranı tırmandıkça da doğum oranları azalmıyor, bilakis o da iyice artıyor. Çünkü, istikrarsız bir ortamda insanlar çoğunlukla çocuklarını kendi geleceklerinin birer sigortası gibi görüyorlar ve bu sebeple de daha fazla çocuk yapıyorlar. Böylece nüfusun astronomik artışıyla birlikte dramatik boyutlara varan işsizlik karşısında aç kalan bu insanlar ya kendilerine su ve yiyecek teklif eden radikal gruplara katılarak terör eylemlerine bulaşıyorlar ya da bölgedeki eski turizm şirketlerinden devşirme insan kaçakçılığı firmalarının Toyota marka araçlarının kasalarına 200 dolar karşılığında karga tulumba atlayarak soluğu Akdeniz’de alıyorlar. Yaşı ileri olanlar zaten fazla yaşayamıyor, kendilerini garantiye almak üzere yaptıkları çocukları da ülkelerini terk ederek sığınmacı oluyorlar. Bu mültecilerden korunmak üzere yüksek duvarlar inşa eden ülkeler sınırlarına yerleştirdikleri askerlerle göçe karşı koymada şimdilik belki bir miktar başarılı olabilseler de bu işin yakın geleceği çok karanlık. Şimdilik birkaç tekne, bot ya da otobüs ile iltica etmeye çalışanlar küresel ısınmadaki artışla pek yakında milyonlara ulaşacaklar ve o beton duvarları da aşacaklar. Çünkü, hiçbir duvar ya da silah üzerinize koşan milyonları durdurmaya yetmez. Özellikle de içinde bulunduğumuz bu hümanist, liberal ve birbiriyle bağlantılı dünyada. Üstelik burada konu zengin ya da fakir olmakla ilgili de değil. Konu küresel ısınmanın hızla kuraklaştırdığı dünyamızla ilgili. Konu tüm ülkelerle ilgili. Afrika ve Orta Doğu ise sadece fitilin ateşlendiği yer.
Moniqe Barbut’un kafasındaki plan ise sınırlara dikilmiş bu uzun büyük beton duvarlar yerine Sahra Çölün’ün aşağıya doğru genişlemesini durdurabilmek üzere bir büyük yeşil duvar inşa etmek. Bu bölgelerde toprağı yeniden yeşertmemiz gerekiyor diyor Barbut. Bu yeşillendirme hareketinde bozulmuş toprağın bir hektarını eski haline getirmenin yaklaşık maliyeti ise 100 dolar civarında. Bugün mülteci kamplarında tek bir kişinin günlük masrafının 40 doların üzerinde olduğunu düşünecek olursak aslında bu masraf hayli makul. Bu insanların topraklarını eğer eski haline getiremezsek ve küresel ısınmayla mücadele noktasında kurumlar olarak hepimiz üzerimize düşeni yapmazsak pek yakında onların problemi bizim de problemimiz haline dönüşecek. İnsanlık olarak “o senin problemin dostum” sözü üzerinden attığımız adımlar unutmayalım ki bize geçmişte hep felaketleri getirdi. Eğitimiyle, sağlığıyla, toprağıyla ilgilenmediğimiz o ülkelerden radikal gruplara katılanlar sonrasında uçaklara atlayıp Allah’ın cennet bahçesine girebilme hayaliyle gökdelenlerin içerisine girdiler. 2000 yılında iktidara gelen Başer Esad, kuraklığı, yok olup giden tarım arazilerini ve yiyecek hasadı kalmayan insanları gözden kaçırdığında ülkede iç savaş patladı. 2011 yılında Suriye’nin güneyindeki Dara isimli küçücük bir kasabada Allahuekber sesleri altında İŞİD kuruldu. Nijerya’da Boko Haram ortaya çıktı. Bakınız bunların her ikisi de birer terörist grup ve ortak özellikleri ise her ikisinin de birbirine yakın tarihlerde ve kuraklaşan coğrafyalarda ortaya çıkmış olmaları.
Değerli dostlar. Düşünmemiz lazım. Küresel ısınmayı ciddi ciddi kafaya takmamız lazım. Birileri halleder, bir şekilde çözeriz diye diye birbirimize havale ettiğimiz bu küresel problem 2000 yılından itibaren artan göçlerin, savaşların ve terör eylemlerinin en büyük tetikleyicisi haline geldi. Bunun farkına varmamız şart. Lütfen ama lütfen kurumlarınızda, girişimlerinizde, projelerinizde küresel ısınmayla mücadeleye kendi çapınızda nasıl bir katkıda bulunabileceğinize çok yakından tekrar bir bakın. Bu konuyu çok ciddiye alın. Kendinizce bu mücadeleye elinizden geldiğince destek verin. Kurumlarınızda bu konuyu belki günlük ya da haftalık toplantı gündeminize alamasanız bile hiç olmazsa aylık toplantılarınızın rutin gündemine alın. Unutmayın ki Suriye’de çıkan savaşın da, ülkemize gelen 4 milyona yakın mültecinin de, terörün de birinci sebebi kuraklık. Birbirimizden sorumluyuz. Gereğini yapalım. #mülteciproblemi #terör #savaş #suriye #iklimdeğişikliği #küreselısınma #kuraklık #göç #gereğiniyap #farketfarkyarat #berkesarpaş
Comments